DUVARA KARŞI
Hikaye oldukça tanıdık. Göçmen hikayelerine fazla alışık bir milletiz biz. Almancı tabiri ile tanımladığımız bir kitle var hayatımızda. Onları genel olarak arafda kalmış bir topluluk olarak da betimleyebiliriz. Ne Türk , ne Alman olabilmiş, kendi kültürünü dejenere etmiş ve yaşadığı coğrafya kültürü ile barışamamış , bir kotada bu iki farklı kültürün getirdiklerini eritip kendi profilini oluşturamamış bir topluluk. Ayakta kalmanın kendi kültürlerini, gelmiş oldukları yörenin adetlerini korumakta olduğunu düşünen ve yeni jenerasyonla bunun ciddi problemlerini yaşayan aileler. Günümüz Avrupa’sında ikinci sınıf bulunan bir millet olarak yaşamak zorunda olmak , bunu hazmetmek, kendini , milli benliğini korumak , geçim sıkıntılarını alt etmek gibi aslında bizlerin yani kendi memleketinde yaşayanların anlamakta zorlandığı bir çok sorunla boğuşmak zorunda olan insanlarımız. Bizler bu topluluğu ‘Almancı ‘ tabiri ile dışlarız ; çünkü bize yabancı kalmışlar, yaşadıkları alanın özelliklerini mecburen almışlardır. Bu bizlerle dışarıda yaşayan kardeşlerimiz arasına bir duvar çeker. Aynı duvara onlar bize yaklaşmak isterken de rastlarlar. Duvar bir metafordur, filmin adı bir taraftan oradaki toplumla kendisi arasında , aralarında duvar olan insanların bir hışımla kendini çarptığı duvarı anlatır.
Diğer taraftan isyanı betimler; yaşamda karşılaşılan
duvarları anlatmak olanaksızdır ama Cahit’in intihara karar verdiği o anda
neden bir yükseklikten atlamayı değil de arabayı duvara karşı sürdüğünü
anlatmak benim için yaşamda önüne çıkan ve onu alt eden tüm duvarlara bir tepki
ile yaşamını sonlandırmak istemesi diyebilirim.
Olmaz, ölüm bazen o kadar basit değildir. Tedavi gördüğü hastanede Sibel ile tanışır. Sibel klasik Türk aile yapısında büyümüş , baskı ile yetişen her insan gibi bundan kurtulmak isteyen bir genç kızdır. Normal evlilik normunu saçma bulmaktadır ve formalite bir evlilik ile baba evinin baskısından kurtulmayı hedeflemektedir. Cahit ile yolları kesişir kesişmez ona evlilik teklifi eder ve hiçbir beklentisi olmayan Cahit kıza yardımcı olmak için bu teklifi saçma bulsa da kabul eder. Hikaye böylelikle başlar.
Tekniği kendine has bir filmdir, araya serpiştirilen Boğaz manzarası önündeki orkestra ve şarkılar ayrı bir şölendir. İstanbul’daki süreci anlatan bölümler fazla iyidir. Fatih Akın gözlem ve analiz yeteneği ile bir yönetmenin yansıtması gereken detayları sanatsal anlatımla bir şahesere dönüştürmüş, samimiyetle, gerçeklikle , olduğu gibi anlatmıştır hikayesini . Maalesef ki yurt dışında bir çok festivalde ayakta alkışlanan, yönetmene Cannes Film Festivalinin kapılarını aralayan,54. Berlin Film Fesitvalinde Altın Ayı ödülünü alan film, ülkemizde başrol oyuncusunun geçmişi ile gündeme gelmiştir. Magazine bol bol malzeme veren bu durum ile Duvara Karşı bir nevi pornografik film olarak servis edilmiştir. Buradan filmin içeriğindeki olguyu normalleştirmeye çalıştığım anlaşılmasın ama yedinci sanatında çıplaklıktan tıpkı diğer tüm sanat dalları gibi nasibini aldığını yadsıyamayız.
Bayılarak
göklere çıkardığımız Rönesans’ın tüm freskleri, tabloları ve heykellerinde
insanlar çıplaktır. Dünyanın yedi harikasından biri olan dev Rodos Heykeli
çıplaktır. Bu örnekler uzayıp gider. Yaşamın değişmez bir parçası olan çıplak
kadın ve erkek bedeninin birbiri ile kenetlenmesini betimleyen sahneleri hem izlemeyi sevip, hem de ölümüne eleştirmeyi, aşağılamayı bırakmalıyız artık.
Evet tasvip etmeyebiliriz, ama sanatsal içeriğine hakaret edemeyiz.
Tüm bu içerikler dışında bir siyasal metaforu da yakalamak
mümkün. Berlin Duvarı da yine ayrışmanın insanlar arası sınırın, araya ket
vurmanın yıllarca sembolü olmuştu. Aynı
yerden yine bir duvarı yıkmak üzere Cahit’in duvara karşı geldiğini
söyleyebilir miyiz ? Onun da yıkmak istediği bir duvar sembolü olduğunu
düşünebilir miyiz ? Neden olmasın ?
Film yazının başında da belirttiğim üzere yönetmenin sinema tutkusunun bir dışavurumudur bence. Fatih Akın genç yaşında rüştünü dünyaya ispat ederek iyi bir yönetmen olduğunu, ‘Auteur’ kimliği dışında ‘herkese hitap edebilen’ filmler de yapabileceğini ve genele hitap ederken de sanatsal yeteneğini yansıtabileceğini göstermiştir.
Aşkın binlerce şeklini, yüz binlerce yüzünü
bilmemize rağmen her defasında kendini kendine haksız çıkararak farklı bir
yüzle insanı esir alabileceğini ; gözleri kör, kulakları sağır, kaderleri alt üst
edebilecek kuvvette tek duygu olduğunu, yaşamın aşktan daha üstün olmadığını,
bazen hiç ummadığınız bir anda , ummadığınız bir kimsede hayatınızda daha önce
tatmadığınız bir aşkı bulabileceğinizi , hayatın sürprizlerle dolu tarafının en
ağır basan kısmını aşkın bu kuvvetli halinin oluşturduğunu gösterir. 'Aşk gelirken
anlamazsınız' der bir de ; bir
bakmışsınız sevdiğiniz insanın yolunu gözleyip, kıyafetini koklarken
bulmuşsunuz kendinizi. Bir bakmışsınız, O'nu bırakın bir insandan elinin değdiği
objelerden bile kıskanıyorsunuz. Bu kısma kadar anlamıyorsunuz ama aşk giderken
ve gittikten sonra ne olup bittiğini, ne hasar bıraktığını çok iyi tahlil
edebiliyorsunuz diyor bir nevi. Cahit’in son sahnede otobüste yalnız başına
memleketine gittiği anda camdan bakışı aşkın
gidişinin, artık yalnız kalışının tescillendiği ve bunu idrak ettiği
an ki hayal kırıklığı ve boşluğunun anlatımıdır.
Oyunculuk performansları, hikayenin güzelliği ,o hikayeye eşlik eden şarkıların uyumu ve mükemmelliği, senaryonun doğallığı ve yönetmenin tılsımlı anlatımı ile muadili olan göçmen temalı tüm filmlerden apayrı değerde bir filmdir.
Filmin bence en güzel
göndermesi ile bitirelim ;
- Yaşama son vermenin tek yolu intihar değildir..
- Dünyayı
değiştiremiyorsan eğer, kendi dünyanı
değiştir..
Yorumlar
Yorum Gönder