CHARLES DİCKENS, İSTİRİDYE İNCİSİ, PRAG VE BEN.. METAFORLAR, ÇIKIN AKLIMDAN...!
Farkında olmadan bir yandan konuşurken bir yandan önümdeki kağıda merdiven çizmişim elimdeki kalemle. Çok sonra fark ettim, bunu hiç çizmezdim, olsa olsa kalp ya da mektup çizen biriyim ben.
Ne kadar başka türlü bir insan olduğuna baktım, herhalde bundan sebep kafa yordum bu kadar üzerine, çok düşündüm. İnsan bazen düşünüyor işte, sanırım bir insanı düşünmek de bir ihtiyaç hali. Kendimi düşünmedim mi , düşündüm tabii, ne kadar az olsa da düşünürüm yine de arada kendimi..
Hiç bu kadar çok bir şeyi düşündüğüm oldu mu peki ? Oldu dersem yalan olur.
Son yıllarda canımı acıtan çok şey oldu, en korkuncu can dostumu kaybetmekti, can dosttan kastım babamdır, benim yaşamda onun kadar ihtişamlı bir dostum olmadı, öyle eşsiz biriydi ve öyle eşsiz gitti ki yaşamımın kalanında bir daha onun gibi birinin olmayacağına ikna oldum. Bu acıyı da kucakladım, diğerlerini de. Yaşamda gülmek için mutluluğu beklememeye kani oldum sonunda. Her akşam yalnızlığımda ağladım, her sabah gülümseyerek uyandım. Yaşam böyle anladım.
Ama hala ara sıra bir paralel evren misali başka bir yaşama uyanmak gelir aklıma. Burada böyle yürüyüp giderken, olabilir olup da oldurtmadıklarım. Olduramadıklarım ve olduramayacaklarım.
Benim olmayacak şeyleri beklemekten ve istemekten kendimi sakındım, bu sakınmayı tenime dolanmış bir gül fidanının dikenlerini bir bir söktükçe kavramıştım. Bir gün, birileri sanki yüzlerce dikeni olan bir gül fidanını sarmaladı bedenime. O fidan ki toprakta gözüm gibi bakıp güzelliğine hayran olduğum bir gül fidanıydı, bana sımsıkı dikenlerini dolayınca anladım gerçeğini. Zaman içinde dikenleri bir bir söktüm, sökülürken saydım, sayarken ne kadar çok diken battığını ağlamayı kendime yasakladım. Bir zaman sonra dikenlerden arındım, bir zaman sonra da yaralarım iyileşti. İyileşmeseydi ölürdüm, ama hala yaşıyorum.
Sonra bir başka acı. Hiç tatmadığım bir acı. Bir başka gün de hiç beklemezken yine içime bir kandil bıraktılar, içinde binlerce mum yanan bir kandil. Bana her gün birinin söneceğini anlatıp durdular, ‘korkma iyileşeceksin’..
Korkum yalnız Yaradan için oldu hep, ben kalan şeylerden hiç korkmadım. Acıdan da, hayal kırıklığından da, yalnız kalmaktan da, hastalıktan ya da ölümden de. Bunlar her an olabilecek şeyler ve nihai sonuç bir gün öleceğiz, bundan korkmak ya da kaçmak kabilmiş gibi kaçınmaya çalışmak pek akıl karı bir iş değil. Nihayetinde korkmadım, ama bana söylenen şu ‘iyileşeceksin’ yalanına da inanmadım açıkçası. Geçen zaman beni yine her zaman olduğu gibi haklı çıkarıyor, iyileşmek diye bir şey yok, elini, kolunu, bacağını kaybettiğinde iyileşebilir misin ? Bu öyle bir şey işte, sadece eksikliğe alışmaya başlarsın ve zamanla sanki hep öyle eksiktin gibi gelir sana. Bu öyle bir şey, ancak yaşayan bilir.
Nihayetinde acıyı kucakladım ve ölmedim, yani yanan ateşin üzerinde gezindim ve yanmadım, yani çok yüksekten yere çakıldım ama beynim dağılmadı, hala düşünüyorum, hala hissediyorum, hala yürüyorum, hala bir şeyler yapacağıma inanıyorum.
Kendimi sarıp sarmaladım, kendime çok kötü davrandığım bir zaman dilimi olmuştu, çok kızgındım, çok küskündüm, aynadaki aksimi görmek bile sinirimi bozuyordu. Sonra hiç olmak istemediğim bir alanda olmak, bir de bazı hallerde biraz da buna mecbur olmak.
Keşke o zaman bir kuş olup uçabilseydim, keşke bir tılsımlı güç beni dünyadan alıp gitseydi, zaten hiç beğenmediğim bu alanda benim işim neydi ? Başka türlü bir insan olmaktan yorgundum.
Başka türlü bir insanım, bu babamın suçu. Okudukça, dinledikçe, ufkumu açtıkça, sevmeyi öğrettikçe, mutluluğu arattıkça, yapabileceklerim konusunda beni ikna ettikçe, yüreklendirdikçe, bana dünyadaki en muhteşem varlıkmışım gibi davranıp bunu hissettirdikçe, tekrar tekrar söyledikçe.. Mükemmel olmam için tüm bildiklerini seferber ettikçe ben bambaşka bir insan haline geldim. Herkesin istediği şeyleri istemez oldum, herkesin koştuklarına dönüp bakmayan, hep özgün, hep kendine has, hep denizin derinliklerinde saklanmış istiridye içindeki inciyi arayan, bulursa mutluluğu yakalayacak olan bir dervişan kaşif gibi.
Buldum mu peki o inciyi ? Evet buldum, ama onu hiçbir zaman boynuma takamayacağımı dünyanın diğer lüzumsuz gerçekleri gibi idrak ettim. Bir kez ellerime alıp öptüm ve bıraktım, inci de ben de kıymetsiz değiliz, ikimizde başka türlü mutlu olabilmeliyiz ve yaşam cömertçe bunu temiz bir kalbi olan herkese er ya da geç veriyor.
Paralel evrende başka bir yerde uyandım geçtiğimiz günlerde. Gotik binalardan aklımda kalan imgeler buranın Prag olduğunu ancak uyandığımda anlattı bana. Oradaydım, mutluydum, soğuk bir yerdi, üşüyordum , sonra büyük bir meydana açılan bir sokaktan yürüyüp ‘güzel bir yer’ dediğimi hatırlıyorum, Fransız stili camları olan bir eve girdim sonra, orada yaşıyordum, hep sevdiğim gibi kocaman pencereleri vardı, tıpkı eski evimizdeki salonumuz gibi. Değersiz bir şeymiş gibi atılan antika ceviz vitrin o evdeydi, babamın resmi duvardaydı, kitapları bendeydi, cam kenarında caddeye bakarken soğuk bir Prag akşamından sıcak bir Ege sabahına uyandım.
Rüyadan sonra uçakla konuşmamız geldi aklıma, Charles Dickens’ın Büyük Umutlar eserinden öykünen aynı adlı filmdeki o muntazam ev ile ilgili bir örnek vermiştim ona ;
‘Bir ev düşün, harika bir bahçesi var, çim, çiçekler, bir çardak , dönen bir rüzgar gülü belki, güzel bir bahçe işte bakımlı, o seni cezbeder, dersin ki bu bahçe böyle olduğuna göre bu ev güzeldir. Halbuki cama yaklaşıp bakmamışsın, bu bir varsayımdır.
Sonra viran bahçesi olan bir ev görürsün, bakımsız, sarmaşıklar, dallar, budaklar sarmış dört bir yanı.. Camdan bakmazsın yine, bu kez tenezzül etmezsin, bilmesen de ev iyi değildir o an senin için, o evde yaşanmaz dersin. Bu da bir varsayımdır.
Ben bir evi hatırlıyorum ; Büyük Umutlar’da Estella’nın büyükannesine ait ev. İnanılmaz bir ihtişamın bakımsızlığı nasıl da resmedilmişti, odaların içi dahi ağaçlar, nem ve terk edilmişlikle yarı küf, yarı canlı bitkilerden yeşildi. Yerde savrulan kuru yapraklarla ne şahane bir manzara idi. İzlediğimde çocuk sayılırdım, bu eve neden bilmem hayran olmuştum, o dağınık bahçeye, bahçedeki heykellere, o boş verilmişliğe, o kimsesizliğe dimdik duran eve. Bir sanat eseriydi..
Ne çıkıyordu bu örnekten ? Bazen iyi görünen o bahçelerden hiç de güzel bir ev çıkmayabilir, ya da virane bahçelerden bir şaheser çıkar bazen. Büyük Umutlar’daki ev öyle bir şaheser işte.
- Peki o evi tüm gücünü harcamak pahasına yaşanacak hale getirir miydin ?
Güzel soru. ‘Hem de nasıl’ demek geldi içimden, tüm gücümü harcamak pahasına o güzelim evi eski azametine kavuşturmak isterdim. Orada yaşamak ve orada ölmek isterdim. Sonra artık o evin yıkılmaktan başka çaresinin olmadığı geldi aklıma. Bir hevesle sarmaşıklarını koparmak isterken ellerimin parçalandığı imgeler geldi gözümün önüne. Yeterince canımın yandığı, kendimi daha fazla üzmenin kendime hakaret olacağı gerçeği gelip oturdu yüreğimin ortasına.
- Getirmezdim, artık o evin yaşanabilecek bir yer olacağına inanmıyorum, yıkıp yeni bir ev inşa etmek daha mantıklı geliyor.
Bu tüm duygulardan arınıp geliveren yalın bir gerçek; artık inanmadığım ve bir daha inanmayacağım..
Yorumlar
Yorum Gönder