SATIŞ VE PAZARLAMA..
Öteden beri pek itici bulduğum bir kavram ve sektör olan bu iki kelime & bir bağlacın manası içinde bulundukça ve kendi bileşenlerini anladıkça daha da mide bulandırıcı olsa da mevcut yaşam formunun mecburi kaidesi olduğunu da sükunetle kabul ediyorum ve gidişatın karşı konulamaz şiddette akışına kendimi bırakıyorum. Satış nedense bana hep bir alt kategori gibi gelmiştir asıl manası yaşamın bel kemiği olsa da. Arz & talep ve ‘ihtiyaçlar’ kapsamında bu kavram dünyanın üçte ikisini oluşturan su misali bizlerinde üçte ikisini işgal etmekte. Ve pazarlama denilen nane bir önceki kavramın ayrılmaz yancısı. O olmadan ilkinin olabilme olasılığı yüzde sıfır gibi bir şey.
Kimlikler, karakterler bu eksende şekilleniyor, sosyal çevre
bu açılımlara göre adam seçiyor, bazı kapılar size ancak bu şartları sağladığınız
takdirde açılıyor. Bazılarınız bu cümleleri okuyup ‘amma da mübalağa edilmiş’
diyebilir. Bazıları mübalağanın cümle içinde kullanımını hiç yapmadığı için
diyemeyebilir ki bu durum da beni hiç ilgilendirmez, abartma be kardeşim
derseniz de ben sizi anlarım. Fakat öncesinde zerrece abartmadığımı size
anlatmalıyım.
Bir ürün ortaya çıktığında bunu pazarlamanın, satışın, karın
ve istihdamın, bu yöntemin gelişerek yol almasının, büyümesinin sonuna kadar
yanındayım ve mümkünse birlikte çabalayalım, gelişelim, yol alalım. Benim isyan
noktalarım kişilere sirayet eden ‘aşağılık kompleksi’ üzerine olacaktır. Bu
minvalde kişilerde üreyen, aslında genlerinde olmayıp sonradan kodlarına
işlenen ‘gerek olmayan gereklilikler’ üzerinden kendilerini tanımlama, güçlü,
önemli ve birey hissetme duygularına nasıl bu kadar nüfus edildiği, bu konuda
ne kadar başarılı olduklarını ve mümkünse uyanmamız az uykumuzu bölmemiz
gerektiği üzerine olacak.
Bir sosyal çevreye mensubum, bazen tercih, bazen mecburiyetler sizi bir çevreye entegre eder, benim de böyle bir çevrem var. Bu çevre dışındaki sosyal statülerin değiştiği çevrelerde belli kıstaslar mevcut, o kıstaslara sahip olmadığınız takdirde siz o çevre ile oturup kalkamazsınız. Oturup kalkmak bir sorun teşkil etmez, etmemeli, fakat kişilerin kendisinden farklı insanlar ve durumlarla tanışmadığı kaynaşmadığı noktada gelişim gösterebilmesi, ufkunu genişletebilmesi, yani kıssadan hisse öğrenebilmesi pek mümkün değildir. Bu pazarlama dediğimiz husus belli yaşam normları koydu önümüze, internet dönemi bunun tuzu, biberi oldu. Burada taş devrinden kalmış biri gibi ‘ne gerek vardı internete, şimdi kimse kimseyle konuşmuyor, herkesin elinde tablet, telefon’ demeyeceğim. Çünkü ben konuşuyorum, demek ki isteyen insan kendine ayırdığı zamanda isterse konuşabilir, iletişim kurabilir dostlarıyla. Kuramayanın kabiliyetsizliğini lütfen gelişen teknolojiye atmayın. Şimdiki gelişmelerin ürünlerini yerinde kullanabilirsek eğer, bizden iki nesil önceki büyüklerimizi kendimize hayran bırakabiliriz. Ama biz dünyanın parmak uçlarımızdaki seyrini keşfetmek yerine başka dalgalar peşindeyiz, işte bu tamamen bizim tercihimiz, bizim vizyonsuzluğumuzdur. Neyse konumuza dönecek olursak eğer bu gelişimin bize pazarladığı bir takım yazılı olmayan ‘sosyal çevre belirleme kriterleri’ mevcut. Nedir bunlar diye gelişi güzel bir bakarsanız bir takım maddi materyaller ile karşılaşırsınız. Ev olabilir, araba kesin olur, akabinde bir takım markaların aksesuarları (saat, gözlük vs.) , kullanılan teknolojik aletlerin modelleri, kıyafetler, stiller, saç tasarımları falan aklıma ilk gelenler. Şimdi bir meslek üzerinden size bir örnek vereyim; bir öğretmen bu belirttiğim nitelikleri sağlamamış bir bireyse asla muadili dışında bir sosyal ortamda barınamaz, kendini ifade edemez ya da adam yerine konulamaz. Bu kadar keskin ve net söyleyebilirim bunu. Aynı öğretmen x araca binerse, x marka kıyafetleri ile ( giysilerin üzerinde trafik lambası gibi marka baskısının olması şart, aksi halde anlaşılmaz ve verilen para boşa gidebilir) x marka saatini yeni gelinlerin altınlarını gösterdiği tavırla gösterirse durum değişir. ‘Sen de bizdensin demek, kulübümüze hoş geldin’ nidaları ile girer belirttiğimiz çevreye.
Bu durum senin neden canını sıktı diye sorduğunuzu duyar
gibi oldum, canım o kadar sıkılmadı aslında, benim sosyallik anlayışım biraz
farklı ve zamanım da çok kıymetli. Biraz da asosyal alışkanlıklar edindim son
yıllarda, iş dışında bana kalan zamanları farklı değerlendirme eğilimi oluştu. Canımı
esas sıkan şeyin bu alışkanlıkların, bu yaftaların sadece ama sadece ‘hödük’
insanlar oluşturmaya yaradığı ve bu nedenle bir adım yol alınamadığı, sadece bu
gibi nedenlerle aptallaştığımız kanaati, evet esas canımı sıkan şey bu.
Rahmetli babam Longines, Nacar ve Seiko marka saatlerin modellerini beğenirdi.
Yurtdışından aldığı bir kaç saat (neredeyse ölümsüz diyeceğimiz bir dizayna
sahip saatler) bir de el yapımı bir kol saati vardı. Aksesuardan hoşlanmayan
yapısına karşın saatler onun için özeldi ve genellikle bir saati kolunda olurdu
mutlaka. Ama diyelim ki bir şey okuyacak, biriyle sohbet, muhabbet edecek ilk
yaptığı şey saatini çıkarmak olurdu. Üzerinde bir aksesuar olunca bir şeye
konsantre olamazdı. Onun bu huyu bana da sirayet etmiş, aynı şekilde
aksesuarları bir ağırlık gibi taşır, ilk rahat hissetmek istediğim yerde
çıkarıp atarım. O da bu huyu nedeniyle sık sık saatini çıkarır, değiştirirdi.
Bu halini bir dostu ‘ bu ne böyle, hava mı atıyorsun bana hep başka pahalı bir
saat’ diye yorumlamış takılarak. Babam ömrünce hiç kaale almadığı ‘marka ile
adam olma’ hadisesine çarptığını anlamış ve çok sinirlenmiş kendine. Derhal
kendisine maddi değeri olmayan bir saat aldı. Nedenini sorduğumda öğrendim ve
çokça güldüm. Bazen insanların bazı kavramlarda inatçı olmaları güzeldir, ‘işte
benim babam’ dedim. ‘Zibidilere benzetilmektense on liralık saati takarım daha
iyi..’ diyen, son mohikanlardan biri O , herkese nasip olmaz böyle bir baba.
Yıllarca son aldığı üç kuruşluk saati taktı, öldüğünde
kolundaydı o saat. Diğerleri komodin çekmecesinde kalakaldı, sonuç giderken hepsini
bıraktı gerisinde. Giderken
götürebildiği şeylerin hepsi maneviyata dairdi; ne kadar akıllı bir insan
olduğu, çıkarımlarındaki isabeti, zekası ile eylemlerindeki uyumu. İyilik,
merhamet, yardım, aktarım, güzel geçirilmiş bir ömür. Bu güzelliklerin hepsi
onunla gitti, bize elle tutulur kalan şeylerin hepsi para ile alınabilecek
şeylerdi, ya para ile alamadıklarımız neredeydi ve nasıl sahip olunurdu onlara
?
Gelelim yine Satış ve Pazarlama hadisesine. Ticari olarak bu
hususu anlatmadığım aşikardır diye düşünüyorum. Bazıları ‘aşikar’ kelimesinin
anlamını bilmeyip, cümle içinde hiç kullanmamış olabilir, bu da beni hiç
ilgilendirmiyor ama aşikar yerine apaçık ortada da diyebiliriz, ben her ikisini
de anlatırım ve anlarım, umarım siz de anlar ve cümle içinde de kullanırsınız. Anlatmak
istediğim Satış & Pazarlama kavramının insana dair olan kısmıydı, anlatmaya
çalıştım kalemim yettiğince..
Yani Satışa ya da Pazarlamaya ne kadar itici bulsam da
varım, benim var olamadığım şey insanın insanı satması ve kendini pazarlaması
durumudur. Hepsi bu kadar.
Yorumlar
Yorum Gönder