ANİTA'NIN HİKAYESİ BİTMEDEN


Oturdum camın kenarına , sallanan sandalyeme.. Aman ne klasik , ne klasik, aynı filmlerdeki gibi, bir şömine başında bir kadeh şarap ya da viski ile oturma klişem kaldı, onu da tamamlayınca içim huzur bulacak. Pencereden bir bahçe ve ay ışığı görünüyor çok şükür, üç yıl boyunca bir yarı bodrum katta görebildiğim tek şey benden yemek bekleyen kedilerdi, cama yapışıp o günkü nasiplerini götürmemi beklerlerdi. Onları görmek bir ay ışığı kadar olmasa da bana iyi gelirdi. Şimdi her ikisi de mevcut. Ay ışığı , kedilerim.. Sonra bolca kalem , kağıt, bilgisayar, kahve , çay , bazen likör. Dediğim gibi , henüz şömine yok.
Yazdım , çizdim, ağladım , uyudum - uyandım. Hayatın matematiğini anlamak için uğraştım. Birkaç yol gösterici rüya ve ikaz edici rüya eşliğinde neler olmaktaydı hesapladım , sağlamasını aldım, bir tablo yapıp geçip karşısına seyrettim. Hayatım bir tablo olsa neye benzerdi demeyeceğim artık. Baya iyi bir şey çıktı ortaya , bunu gördüm.  Yapayalnız yalnızlık diye bir şey yoktur , ama baya baya yanımdaki insanlara rağmen yalnız hissettim , hem ürküttü, hem güçlendirdi, ‘helal olsun kız sana ‘ dedi içimdeki ses. 'Güçlü olduğunu biliyordum zaten.'
‘Ne gücü yahu’ diye isyan edesim geldi , içimdeki sesi bu ara susturamamam dışında ilk kez bu ses bana yumuşamış, iltifat eder gibi bir şey söylemişti. Ama ona karşı çıkmak geliyordu içimden, ‘her şeyi yüzüme vurmasan, hep olması gerektiği gibi konuşmasan, bir kere de beni anlasan ne olurdu sanki, hep bir bilmişlik, hep bir muhasebe. Neymiş güçlüymüşüm, bak bakalım halime , bu güçlü insan işi mi yaptığım ? Ben ölmeye çalışıyorum bir nevi, yaşamaya mecali olmayana güçlü demek nasıl bir ahmaklıktır ?
‘Yok öyle bir şey değil bu, şimdi bir eşik atladın, onun acısı yaşadığın, kırk gün geçmeli , bu tasavvufta barizdir, kırk birinci günde uyanacaksın, gözlerin görülmeyene vakıf olacak, acın azalacak , ve alışmış olacaksın. ‘
Aman ne bilmiş laflar, hadi öyle olsun, ben sandalyeme biraz daha gömüleyim, hala yaşarken, hala kalbim sızlarken bitmek bilmeyen hikayeme birkaç sayfa daha ekleyeyim.

Anita’yı yazıyorum, ‘Anita’nın Hikayesi’ . O  benim cümlelerim ile hayat buldu, kaderinin dizaynı benim kelimelerimde saklı . Bazen de korkutuyor yazdıklarım çünkü yazmak iki şeyi temsil eder ; ya yaşadıklarını yazarsın, ya da yaşamak istediklerini. Bir de  yazdığını yaşadığın da olur, ilk kehanetim birkaç  gün önce gerçekleşti, Anita çok güvendiği birinden onulmaz bir darbe alıyor, onun hikayesi bu noktadan sonra başlıyordu. Bende de aynı durum vuku buldu, darbe demeyelim , sağlam bir  kendi kendini hayal kırıklığına uğratma hadisesi diyelim. ‘Vay be ‘ dedim önce , kaç zaman önce yazdığım hikayeyi yaşamak acayip bir şeydi. Sonra anladım ki Anita’yı yazarken , derinliği, acıyı, gücü ve korkuyu kelimelerle resmederken hiç ama hiç yanılmamışım ve abartmamışım. Her şeyi olması gerektiği yerlere bir bir dağıtmışım. Bu da işin yaşayınca anlaşılan kısmı.

Anita kızmıyordu, ben de kızmadım. Anita her darbenin insan ruhuna bir şey kanıtladığını biliyordu. Yoluna baktı, kendisine odaklandı, yaradılış amacına hizmet etmek için çabaladı, hayat ona cömert davranacaktı, sırası gelince tabii .

Onun hikayesinde Girit’ten başlayıp İstanbul’a , oradan Doğu’nun bağrında sakladığı hikayelerine , gerçeklerine yolculuklar var. Üç kuşaktır İstanbul’da yaşayan Ermeni bir ailenin evlat edindiği bir Rum kızının sırasıyla ırklar, sosyal sınıflar, inançlar üzerinden Türkiye’nin siyasal, kültürel ve toplumsal dokusunu anlamaya çalışmak , bu eksende bir insan hayatı üzerinden bir çok hikayeyi keşfetmek var. En çok da gerçeği süzmek , damıtmak, özü sunmak var bu hikayede. Samimiyetsiz ve yapay her şeyden kaçış var. Sanırım yazarken 'gerçeği , sadece gerçeği yazacağıma yemin ediyorum' diyerek başladım.

Ona üzülmemek ve onu takdir etmemek mümkün değil, özel bir hikaye olması için tüm imkanlarımı 
(bu yaşıma kadar öğrendiğim tüm anekdotları) seferber ettim. E  fena da olmadı hani.
‘Anita’nın Hikayesi ‘nin taslak aşaması bitmişti, yani ben öyle sanıyordum, iyi bir final hazırladım, yaklaşık bir ay bu aşamayı tamamlamak sürdü. Taa ki sağlam bir sarsılma yaşayana kadar, işte şu kendi kendini hayal kırıklığına uğratma meselesi . Şimdi hikayenin belli yerlerine eklemek istediğim kısımlar zuhur etti, olmazsa olmaz şeyler. Biraz daha sürecek gibi, sürsün bakalım. Nihayetinde bir Tolstoy, bir Dostoyevski değilim, kumar borcu için yetiştirmek zorunda olduğum bir romanım yok .

Yüzümü güneşe çevirip yazdım izin günümde, dışarıda çim biçme makinelerinin sesi , önümde deniz ve kokusu, içimde acıdıkça acıyan bir yara. 'Oh olsun' dedim sonra, 'sana müstehak bunlar', sen daha çocuk gibi olmaya, çocuk kalmaya devam et, bak bakalım şimdi şu yaranın icabına'.

'Tabiatına karşı çıkarsan böyle olacaktı, ne olacaktı başka ? Ah benim canım babam, oturup konuşsak ne derdi bana, tahmin etmek zor değil. 

'Git, tekrar benim kızım olana kadar gözüme görünme..!'

Böyle derdi kızdırınca hep, bir süre sonra da odama gelip 'yine benim kızım oldun mu bakalım, olduysan konuşalım yoksa gideyim ben' der, bakardı yaptığıma pişman oldum mu ?

İçimden bir çoşku kopar , onu gitmeden kollarından yakalardım :

- Oldum babacım, vallahi billahi oldum.. Özür dilerim..

Barışırdık, affederdi, beni üzülmeme tahammül edemeyecek kadar çok severdi, kötü bir şeyi bile isteye ve zarar vermek pahasına yapmayacağımı bilirdi.  Beni saçma sapan şeyler yapmaktan alıkoyan onun güzel sözleri ve bana olan sonsuz güveni ile merhameti olmuştur. 

Çok boktan bir durum bu , bunca dağılmak ve toparlanmak çok boktan. Gücümün tükendiği yerdeyim, ama işte içimdeki ses durmadan 'senin güçlü olduğunu biliyordum' diyor. Biraz laf salatası gibi geliyor şimdi ama hadi inanalım, yoksa inanmayıp ne yapacağım ?
Yani şimdi bu yaşta üzüntüden ölmek iş değil, yoksa ölmek gerçekten yaşamaktan kolay bir hadise ve sanılanın aksine kolay bir eylem. Ama ben savaşmadan ölecek kadın değilim, kadın dediğim öyle hissettiğim için değil, yaşım gereği öyle yazınca kelime anlamını tamamladığı için.

Özür dilerim , özür dilerim, özür dilerim. En çok kendimden desem ayıp olmaz, çünkü hiçbir insan evladı kendini benim kadar üzmemiştir eminim. İçimdeki ses bunu duyunca sustu, çünkü söyleyecek bir şey olmaz böyle sözler üstüne, çünkü anlamsızdır, boştur.

Hangi boktan dergide, edebiyat safsataları arasında okudum hatırlamıyorum,' bırak gerçek acıtsın seni bir yalan avutacağına' diye bir arabeskvari söz vardı nedense son zamanlarda aklıma gelir oldu, belki de iç sesim bunca ucuz fotoroman lafları duyup baygınlık geçirdi de sustu bilemiyorum ama iyi oldu sustuğu.

-Hadi geceyi söndür kalbim, şimdi uykusuzluk vakti..

Murathan Mungan ile bitsin bu yazı, bir daha da böyle bir yazı yazacak kadar acı çekiyor olmayayım, gerisi mühim değil ..

















Yorumlar

Popüler Yayınlar