SERGÜZEŞT

 


'Gece ile ışığı ve ışığın çehrelere serdiği manayı en iyi anlayanlar ücra memleketlerde dolaşan sergüzeştçi yolculardır.' Refik Halit Karay.

Sergüzeşt ; kelime anlamı serüven, macera gibi kelimelere denk olan Farsça 'Ser' baş kelimesi ile 'Güzeşt' geçmiş kelimelerinin birleşiminden oluşur. Samipaşazade Sezai'nin Sergüzeşt romanı ile tanıştığım bu kelimenin anlam ve fonetiğini sevmem sebebi ile yazdığım bu yazının, içten , olduğu gibi ve başı boş gidişine pek uygun buldum..

'Çektim ellerimi kendi yakamdan , çok şükür .. '

Ah şu kendini anlatamama hali, sen ne menem bir şeymişsin. Bir şeyi yanlış anlama, yanlış anlatma , olmadık sözlerin senden nasıl çıktığını, bir an haddini bunca nasıl aştığını anlayamamak.Bu nedenle içinin daralıp daralıp seni boğması.

Kalkıp beylik laflar ederdim bunun üzerine, 'vay ki vay neler çektim ben' diye, ama o kadar da değil. Daha önem arz eden şeyler var hayatımda, hep olmuştur. Yani canımı yakan her ne olursa olsun bir süre içinde toparlar, kendime odaklanırım yeniden. Tabii bunun süresi önem arz eden şeylere göre uzun ya da kısa olur. Süre ile ilintili olan tek şey ise güven duygusunun ne derece çok ya da az oluşudur. Bu konuda şanslıyım, olabildiğince az insana güvenerek bu sorunu kökünden çözdüm ben. Ama arada hesaba katmadığımız şeyler olmuyor değil, hayat işte..

Pek havalı cümleler olsa da hiçbir zaman bir kişiye gözlerimi kapatıp kendimi teslim edemedim, hiçbir zaman bir yere kök salıp ait hissedemedim bu nedenle. Böyle yazınca da pek afili oluyor farkındayım ama özgür ruh zırvası değil bu, yanlış anlaşılmasın. Ben insan mayasının ekşi kokusunu duydum sanırım,  bu nedenle  ademoğlunun  bin bir çaba ile yaydığı mis kokulu rahiası bu kokuyu bastıramıyor. 'Güvendiğim dağlara kar yağdı' denir ya hani, bu öyle bir şey de değil. İç güdüsel olarak nasıl bir işaretse bilemedim, güvendiğim insanlarda hep bu özelliğe layık bir hal vardı, güvenmediğim çoğunluk ise hiçbir zaman bu hissi boşa çıkarmadı.

Evet sonra duvara tosladım a dostlar, ben böyle çok bilmiş ve umursamaz takılırken güzel güzel, geçmişe 'hadi oradan' demişken, geleceğe rahmet okuturken bir yerden, umut ışığım göğsümde bir meşale gibi yanarken birden,  sokakları sulayan  belediye kamyonu geçti yaşam sevincimin üzerinden. Gözümü açtığımda hastanede tedavi altında değildim, sokak kedisi gibi ıslanmış, ezilmiş yaşam sevincimle, kendi kendime kalmış idim. Aynaya baktığımda ilkin ‘ne oldu sana’ dedim.' Ne oldu sana coşkulu çocuk, ne oldu sana düşleri şehrin sınırlarına sığmayan hayalperest , bir hasat zamanı akşamı kuru üzüm çuvalları üzerinde ‘bak bunlar senin’ diyen babana gökyüzünü işaret edip yıldızları göstererek ‘onlar bizim olsun ‘ diyen ütopik velet, söyle ne oldu sana ? '

Ne olduğunu çözdüm sonunda, büyüdüm ben. İnsanlar büyür, hayaller küçülür .. İnsanlar büyür, mecburiyetler elini kolunu , sağını solunu , kaşını gözünü bürür. İnsanlar büyüyünce şehir sınırları aşılmaz olur; ruhunu falan boş verip prangalarına sarılır, gönüllü köle olurlar, beyaz yakaları tasmadan hallice geçer boğazına ve boğaz tokluğuna bu düzenin bir çanak yalayıcısı olurlar. İnsanlar büyür kalpleri çürür; paradan gayrı geçer akçesi olmayan dünya onları artık iflah olmaz bir makineye döndürür.

Ben şanslıydım ; oldukça çok bir varlıktan yokluğa evrilirken anladım dünya hallerini. Anlamsızlığı bu nedenle hatmettim. Sonra ailem sağ olsun tekrar toparladılar durumlarını, günbegün kaybedilenler geri gelmeye başladı. Bu kastettiğim tarafı işin mal – mülk , ekonomik boyutudur ve ben hiçbir vakit kendimi bunlarla tanımlamamışımdır. Oldukça zengin bir çevrede varlığın üstünden yokluğun dibine doğru giderken de aynı bendim, varken yokken fark etti mi dersek yapmak istediklerim konusunda evet, diğer tüm şeyleri baz alırsak ama koskoca bir hayırdır cevabı. Ama şimdi şu anda düşünüyorum da  minnet borçluyum yüce Yaradan’a .Ya hep o yaldızlı, sahtekar ve  riyakar duruma sıkışıp kalsaydım ? Asla gerçeği anlama şansım olmayacaktı. 

Ben rüzgara kapıldım, bakışların samimiyetine inandım, sözlerin sıcaklığına , sevginin dürüstlüğüne ve yaşamın zalimliğine direnmekle kalmadım , oyunu kurallarına göre oynamayı da başardım. Başka türlü tüm bunlara nasıl vakıf olacaktım?

Eğer babam büyük mali kayıplar yaşamamış olsaydı  bir tomar parayı verip elime 'hadi bakalım al bunu, ne yapmak istersen yap da görelim seni' diyecekti ve ben o saflıkla muhtemelen paranın köküne kibrit suyu dökecektim. Şimdi fark ne biliyorum, yaşamak için çalışmanın ne olduğunu, ayakta kalmak zorunluluğunu, bunun istikrarının ne denli mühim olduğunu biliyorum. Ayakta kalmadığım an ailem dışında kimsenin elimden tutmayacağını , parasız insanın gereksiz insan olduğunu, artık insanoğlunun da  uçtuğunu ve uçarken durmanın sadece düşüşle sonlanacağını biliyorum.

Tekrar sordum  kendime , 'ne oldu sana ?'  Bu soruya vereceğim hiçbir cevap bana yetmeyecek, şımaracağım kadar şımardım, dramatize edeceğim kadar ettim, yeter artık! 

Aynaya baktım, hiçbir zaman güzel bulmadığım yüzüme. Güzel değilim ben, 'karakteristik' diye bir teselli ikramiyesi var ya hani , işte o benim. 'Pek karakteristik' nadide bir tipmişim.. Üstüne bir de melezmişim, melezler kendine has yaradılışa sahip olurlarmış falan filan.  'Ya hadi oradan' dedim büyüyünce bu lafa. Genetiğine bir damla simya mı katıyorlar melezlerin, bu ne saçmalık ? 

 Atilla hep söylerdi 'sende bir Cumali havası var, kabul et artık’ diye. Güzellik istedim mi bilmiyorum, ama yüzümde daima bir anlam olsun istedim. 'Ebleh bir surat güzel olsa ne olur ki' derdim hep, anlamsız bir surat güzel olsa ne olur sahi ? Ve canım Atilla'm Cumali'ye ek olarak derdi ki ;

- Sen akıllı bir kızsın. Ben şimdiye kadar akılsız olup da güzel olabilen , güzelliğini gösterebilen birini pek görmedim. Bu kendinle ilgili şikayetlerinde kendine vereceğin bir cevap olsun..

Ve bir gün bir portreye benzediğimi fark etmem ile anlamını buldu her şey. Rüküş mü rüküş bir küpe beğendim bir gün kuyumcuda , bana künye alacaklardı, 'bu da olsun' diye direttim, babam pek işçilikli ama sade bir sallanan salkım küpe seçti, 'bu olsun' dedi . Mızmızlanmaya başladım, kırmızı taşları olan Çingene işi bir küpe beğenmiştim, on üç yaşındaydım ve moda oydu. Babam salkım küpeleri aldı .

Eve gelince 'Yahu yüz uzuvların belirgin , çok bilmiş , memnuniyetsiz, biraz da  soğuk bir kızsın. Bak bu tabloya ' diye ansiklopediden bir portreyi gösterdi (Sonradan Rembrant’ın Magdelena Van Loo isimli portresi olduğunu öğrenecektim) ‘bak bu kadına , işte sende de onun yüzü var, seçtiğin küpe sana yakışmazdı, sana yakışanı öğrenmen için önce ne olduğunu kavra bakalım.'

Belki de sırf bu yüzden sakız çiğnemek, gevrek gevrek kahkaha atmak , allı güllü takılar takmak, rengarenk ojeler sürmek gibi şeylere uzaktım. Ve uzak kaldım işte. İçten gülümsemelerim bile azdı, içimden taşan bir sevgi olmadıkça benim birine samimiyetle gülümsemem  çok güçtür.

‘Ne oldu sana ‘ diyecek miyim hala ? Demem artık. Nedenini biliyorum. Hepimizin yaşamın içinde debelendikçe debelenen bir avuç budaladan ibaret olduğunu biliyorum. Şimdi şöyle bakıyorum meseleye ;

Bir elimde iphone bilmem kaç, diğer elimde starbucks bilmem ne, ayağımda adidas ya da nike ayakkabı, üzerimde bir diğer zart zurt marka bir elbise giyince hiçbir zaman kendimi daha iyi, daha modern, daha bir sınıfa mensup gibi hissetmediğim için ailemi tebrik ediyorum. Demek ki yıllar süren direktiflerin bir anlamı varmış, boşuna beni yetiştirirken ağzımdan çıkan bir kelimeyi dahi özenle düzeltmemişler.

 'Aslolan yaşamdır, maddeler gelip geçer, yaşamı ıskalama..! Asla ezen ya da ezilen olma, hep güçlü ol. Olamadığın anlarda ise yarın güçlü olacağına dair inançlı ol , kafidir.' Bizim yaşam algımız buydu.

Evet, yarınlarda daha güçlü oluyormuşuz, bunu yaşadım. Yıllar süren mühim bir miras meselesinin çözümüne ramak kala, canımın canı babam sihirli cümlesini söyledi ;

-     Dile benden ne dilersen..

Bu soru birkaç yıl önce olsaydı kim bilir neler söylerdim, altı ay önce söylese 'dünyanın bir ucuna kaçıp gitmek istiyorum' derdim. Şimdi ne söylesem boş geldi, bu biraz acıklı da olsa gerçektir. Boşluğun içinde insan bir şey istemekten bile yoksun kalırmış meğer. 'En anlamlısı sağlıktır' dedim içimden, ben bu konuda çokça sınav verdim..

-          Sizi istiyorum baba, annemle sen sağlıcakla kalın, gerisini beraber hallederiz, dedim.

       Babamın kült sözleri çıktı ortaya ;

-          Ev burada, sofra burada, ben sağ olduğum sürece buradayım. Yaşadığım müddetçe hep senin yanındayım. Sen nasıl istersen öyle olsun kara ceylan.  

       Eskiden olsa ağlardım, ama sulu gözlülüğü bıraktım artık..

Gözlerimi kapattım, eski bir şimendifer yatak, yanında bir idare lambası . Yanı başımda Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık kitabı. Pencereden baktığımda gece olduğunu ve dalgaları şaha kalkmış gibi sahile vuran denizi görüyorum. Duvarlara çarpıp korkunç sesler çıkaran rüzgarı dinliyorum. Huzurluyum. Bunu istemek geldi içimden. O anın hayal olarak kalmasından korktum..

Kalana da, gidene de, gelene de selam olsun. Hayat bu imiş, öğrendik. Mucizeleri yaşadık , bildik. Çok şükür bugün olduğumuz kişi oluşumuza. İnanmaktan, yorulmaktan bıkıp usanmayanlara gelsin bu yazı. 

Her şey değişir unutmayın, değişmekten korkmayın..


Yorumlar

Popüler Yayınlar